Saygılar.
"Nothing takes the taste out of peanut butter quite like unrequited love" Charlie Brown
"Hiçbir şey 'aşırı vasat' kadar tatsız olamaz. Kötü şeyleri okuyamıyorum. Çok kötüyse iş değişir" demiş Cemal Süreya. Söz konusu moda blog’ları olduğunda, özellikle son iki yıldır her hafta onlarca hatta belki yüzlerce yerli ve yabancı moda blogu türüyor. Çok kötü olanlara bakıp biraz eğlenmek mümkün. Peki ya hepsinde aynı haberlerin, aynı fotoğrafların olduğu birbirinin aynısı yüzlerce vasat blog’a ne demeli? Baştan anlaşalım, bu yazıyı ne kötü olanları kötülemek için ne de iyi olanları fazla övmek için yazmıyorum. Çünkü her şeyden önce ben, geçen hafta ikinci yaşını kutlamış bir moda blogunun sahibesiyim. Üstelik ne yalan söyleyeyim, kendi blogumu pek çoğuna göre iyi bulmakla birlikte yeteri kadar iyi de bulmuyorum. Bunun en büyük nedenlerinden biri ona istediğim kadar zaman ayıramıyor olmam elbette ama ben bugün yapmak istediğim işi yapabiliyorsam bu konuda blogumun bana kattıklarını asla gözardı etmem.
'BEN' kuşağının (Generation Me) döneminin artık kapandığı söyleniyor. ‘Ben’ kuşağı en üstünkörü tanımıyla, 1980’ler sonrası kapitalizmin de etkisiyle o dönemde gençliğini yaşayan kişilerin kendine aşırı güvenli, ben merkezci ve bireyselliğe önem karakterlere sahip olmalarını anlatan bir kavram. Evet, şu günlerde gençliğini yaşayan insanlar değişti belki ama ‘ben’ kavramı hâlâ var. Muhtemelen dünya varolduğu sürece de olacak. Sadece ona yeni anlamlar yüklenmeye de başlandı. İşte bugünlerde rastladığımız blogger’ların çoğu da bu yeni nesilin bir parçası. Onlara, yani bize, bana ‘gerçek ben’ kuşağı diyenler de var. Söz konusu moda olduğunda ise diğer her şeyden farklı olan bir durum şu; herkes bu konuda fikir beyan etmeyi çok seviyor.Bana kalırsa zaten herkesin her konuda fikirlerini özgürce söyleyebilme hakkı olmalıdır. Kültür-sanat’ın çoğu alanı için aynı şey geçerli olsa da herkes iyi film hakkında fikir sahibi olmak, müzik konusunda gelişmiş bir zevke sahip olmak ya da bir gurme kıvamında yemek yemek zorunda değil. Hatta bunları yapmadan zaman geçirebiliriz de… Ama hepimiz üzerimize bir şeyler giymek zorundayız eninde sonunda. Belki bu yüzden insanlar moda konusunda kendi zevklerini ve öngörülerini yazmayı, konuşmayı bu kadar çok sevdiler. Bu elbette ki iyi bir şey. Çünkü ana akım ve geleneksel medyanın bütün bağlayıcı unsurlarından uzakta, insanların fikirlerini diledikleri gibi ifade ettikleri bir dünya var. Bu şekilde genç insanlar, yapmak istedikleri işlere referans noktası olarak bloglarını gösterebiliyorlar. Ne de olsa artık siz kendinizi göstermedikçe kimsenin sizi durup dururken keşfetmediği bir çağda yaşıyoruz. Artık defilelerde en son sırada otururken en havalı şey ne mikro mini etekler giymek ne de güneş gözlükleri takmak. Stil sahibi görünmenin altın kuralı blogger olarak orada bulunmaktan geçiyor. Moda tasarımcısı Hatice Gökçe’nin “Dünyada artık moda haftalarında blog yazarları da en ünlü moda yazarlarının yanına yerleşiyor. İstanbul Fashion Week’te de blog yazarlarına akreditasyon verildi... Her önüne gelenin kendi keyfine göre yorumluyor olması rahatsız edici bence. Davet ediliyor olmalarına bu anlamda biraz daha sert bakıyorum. O moda blogunun, başkalarının görmediği neyi ifade ettiğine bakmak lazım. Yurtdışında kişilere zarar vermeden, yapılan iş üzerinden hareketle yorumlarını çok başarılı bir şekilde yapabiliyorlar. Ama Türkiye’de bu yorumların yerinde yapılabildiğini zannetmiyorum, biraz kişisel olduğunu düşünüyorum bazı şeylerin. Blog yazarının kimsenin göremediği bir noktayı görüp, gösteriyor olması gerekiyor... Türkiye’de bu anlamda çok az sayıda blog yazarı olduğunu düşünüyorum.” sözleri uzun süre tartışıldı. Blog’lara ve blogger’lara bazı görevler ve fazlasıyla anlam yüklemek doğru mu? Bu tür organizasyonlarda basın ve blogger arasında nasıl bir çizgi çekmek gerekir ya da gerekir mi? Blog’ları değerli yapan subjektif görüşleri içeriyor olmaları mı? Moda blog’ların babası sayılan Sartorialist’in (http://thesartorialist.blogspot.com/) kurucusu Scott Schuman da (blogu günde ortalama 250,000’in üzeri insan tarafından ziyaret ediliyor.) bu konuda dünyada tutumun nasıl değiştiğini şöyle açıklıyor “ Başlangıçta lüks markalar ve tasarımcılar dünyasındaki insanlar internetten ve blogger’ların kendileri hakkında yapacakları yorumlar fikrinden rahatsız oluyorlardı. Şimdi onlar da bu kuvvetli rüzgarın arkasına kapıldılar. Dolce&Gabba’nın defilelerde en ön sırada blogger’lara yer verme sebebi bu. Çünkü farkına vardılar ki, kontrol edemediğiniz bir şey varsa onunla uzlaşmak ve onu kabullenmeniz daha iyi olacaktır.” Bu tartışmalar bir yana, dünya’da 13 yaşında bir moda blogger’ı ( Tavi-http://tavi-thenewgirlintown.blogspot.com/) bile farklı bir bakış açısına sahip olduğu için pek çok defilede en ön sırada otururken, Filipin’li bir genç adam eğlence olsun diye yazmaya başladığı bloguyla sonunda kendini Marc Jacobs’a ilham verirken bulmuşken (http://www.bryanboy.com/) Türkiye’de de moda blog’ları halkla ilişkiler şirketleri tarafından uzun zamandır markaj altında. Denemeleri için ürünler gönderiliyor, lansmanlara ve partilere davet ediliyorlar. İFW sırasında moda blogger’ları buluşması gerçekleştirildi. Buluşma, asıl organizasyondan tamamen bağımsızdı. Bu yüzden adı da kendiliğinden ‘Korsan Blogger Buluşması’ oldu. Buluşmaya Yaprak Aras Şahinbaş vesile oldu. Kendisi de Trendometre (http://www.trendometre.com/) adlı bir bloga sahip olan Yaprak sayesinde çoğu kişi sürekli takip ettiği diğer moda blogger’larıyla tanışma fırsatı buldu. Buluşmanın en eğlenceli kısımlarından biri ise herkesin birbiriyle tanışırken kendi isminden önce blogunun adını söylemesi oldu. O gün moda blog’larının durumuyla ilgili konuşulanlardan sonra öğrendik ki, kendisine yollanan basın bültenlerini blogda yayınlamak, kendini davet ediliği her yere gitmek zorunda gibi hissedenler de oluyormuş. Belki de bu durum blogger’lara, önceleri tamamen özgür olduklarını düşündüklerini bir alanda, birden izlendiklerini, belirli bir kitle üzerinde etkiye sahip olduklarını düşündürüyor bu yüzden de kendilerini baskı altında hissediyorlar. Öte yandan yolladığı basın bülteninin başlığına “Sevgili blogger” yazdığı için karşı taraftan neredeyse azar işiten. “Bana ismimle hitap etmediğiniz sürece sizi dikkate almayacağım.” diye cevap alan halkla ilişkiler uzmanları hikayeleri de duymaya başladık. Yani bu madalyonun 2’den bile fazla yüzü var aslında.
Blog’lara yerleştirilen kodlar sayesinde insanların neyi Google’layarak bloga geldiğini, en çok neyi okuduklarını, neye ilgi duyduklarını blog sahipleri görebiliyorlar. Bunun da özellikle moda konusunda insanların neye ilgi duyduklarını görebilmek için oldukça avantajlı olduğu bir gerçek. Ancak kendi blogumdan örnek verecek olursam insanların arattığı bazı anahtar cümlelerin hayret verici derecede komik ve enteresan olduğunu söyleyebilirim. Benim taklit ürün kullanımıyla ilgili yazdığım zehir zembelek bir yazı farkında olmadan bloguma binlerce insan gelmesine sebep oldu örneğin. Çünkü maalesef insanların en çok Google’ladıkları anahtar kelimelerin başında bilumum markanın sahte ve taklit ürünleri geliyor. “ Yunan tanrıçasının saçının modeli” yazandan ( hangi Yunan tanrıçasının saç modelini neden arıyorlar acaba?) “özel elbise istiyorum” yazanlara kadar neler yok ki. Bir de yorumlar meselesi var, blog sahibinin izin verip vermemesine bağlı olarak, ‘adsız’ ya da ‘anonim’ olarak blog’lara yorum yazabiliyor insanlar. Bazen hakarete varan yorumlar oluyor. Ben şahsen bunları yayınlamamayı tercih ediyorum. İyi olanları yayınlayıp kötü olanları yayınlamamanın ahlaki yönden tartışmasına gelince, rumuzların arkasına saklanmayan ve amacı belli olan, derdini normal bir dille anlatan herkesin her yorumunu yayınlarım.
Öznel görüşlerin bu kadar değer kazandığı bir mecrada ne kadar ve nasıl kadar etik olunabilir? İyi blog yazmak ne demektir? Bunların cevapları herkese göre değişiyor olabilir. Ama değişmeyen bazı şeyler var; dilbilgisi ve imla kurallarını hiçe sayan, kaynak göstermeden fotoğraf kullanan, izin almadan başkalarının yazılarını kopyalayan, reklam olduğunu belirtmeden reklam yapan, aldığı hediyeler karşısında ürünlere methiyeler düzen blogger’lara en az 6 ay blog yazmaktan men edilme cezası verilmeli bence. Şaka bir yana, blogunda göğsünü gere gere Deer Dana’nın Yves Saint Lauren baskılı tişörtünün sahtesini yaptığını anlatan ve sipariş üzerine başkaları için de yapabileceğini söyleyen yerli blogger bile görmüşlüğüm var. İşin en üzücü tarafı ise yorumlarla gerçekten onlarca sipariş almasıydı. Şu dünya için az, kendim için çok olan blogger’lık hayatımdan çıkardığım sonuç şu; bir moda bloggger’ı diğer moda blogger’ları için değil, kendisi için yazdığı zaman mutlu olur ve ben blog’umu çok seviyorum. Çünkü o sadece ve tamamen benim.
Ayşim Özgür, Harper's Bazaar Nisan 2010
Emma Watson, kırmızı halıda spor ayakkabı giyen küçük bir kızdan, Burberry’nin yüzü olma yolunda geçirdiği stil dönüşümüyle bütün dikkatleri üzerine topluyor.
Yıl 2001. Karma karışık saçları, ışıl ışıl bakan gözleriyle 10 yaşında bir kız, yeşil bir bluz, sarı pantolon ve yılan derisi platform ayakkabılarıyla kırmızı halıdaydı. 2007 yazına gelindiğinde ise aynı kız Louboutin ayakkabılar, Chanel elbise ve YSL çantayla göründü. Aradan geçen zamanda ne olmuştu? Harry Potter'ın sevimli Hermione Granger'ı artık büyümüştü. Şimdi ise sadece büyümekle kalmadı moda dünyasındaki dev markaların, moda editörlerinin, en önemli dergilerin radarına takılan bir stil ikonu haline geldi.
Emma Watson, henüz 11 yaşındayken oynadığı Harry Potter filminde ileride herkesi güzelliğiyle büyüleyecek bir kız olduğunun ilk sinyallerini vermeye başlamıştı, ama muhtemelen bu kadarını kimse tahmin etmiyordu. Kargo pantolonlar, boyfriend jean’ler ve gece elbiselerinin bile altına converse giyen bir kızdan, Burberry’nin yüzü olma yolundaki hikayesinde bir evrim geçirdiği kesin. Katettiği bu uzun yolda onun tek farkı aslında çoğu genç kızın geçirdiği bu dönüşümü herkesin gözleri önünde yaşamış olması. 15 nisan 1990 doğumlu Emma, geçtiğimiz yıllarda giydikleri ve yaptıklarıyla on binlerce yaşıtına ilham veriyordu. Hatta internette genç kızların, Emma'nın o hafta giydiği eteği nerede bulabileceğini anlatan bloglar, sürdüğü rujun hangi markanın hangi rengi ile ne tonunun karışımı olduğunun tartışıldığı forumlara rastlamak mümkündü. Bugünlerde ise stiliyle sadece yaşıtlarına değil, herkese ilham veriyor. Hayranları arasında ise Christopher Bailey ve William Tempest gibi isimler var. Karl Lagerfeld onun fotoğraflarını çekmek istedi ve objektif arkasına geçti. Emma, onun gözünden o kadar güzel gözüküyordu ki, bakanların gözleri kamaştı. Bir kız daha ne ister?
Genç yaşamının uzun bölümünü kameralar karşısında geçiren Watson’ın moda anlayışını belki biraz da onun tanınmasını sağlayan Hermione karakterine benzetmek mümkün. Elbette onun stilinin Hermione’ye benzeyen tarafı büyümüş de küçülmüş gibi olan hali değil, sürekli kendini yenileyen ve geliştiren göz alıcı olma özelliğinden bahsediyoruz. O, sanki ışığa tuttuğunuzda iyi özellikleri daha iyi farkedilen değerli taşlar gibi. Stil anlayışıyla ilgili “ Ne giyerseniz giyin sadece onun içinde rahat olun. Kendiniz gibi olmaktan ve kaç yaşında olduğunuzdan başka hiçbir şeyin giyim konusunda önemi yoktur. Kıyafetlerimin çoğunu annem ve arkadaşlarımla birlikte seçiyorum. Bir stilistle çalışmaktansa hissettiğim gibi giyinmeyi tercih ederim.” diyen Emma’nın seçimlerinde zarif İngiliz genlerinin bütün kodlarını görmek mümkün.
Kırmızı halı davetlerine katılırken, beyazperde’deki persona’sına yaraşır şekilde dramatik seçimler yapıyor. Günlük hayatında ise skinny jean’ler, blazer ceketler ve babetlerden vazgeçemediği için her zaman hem klas ve klasik hem de sofistike görünmeyi başarıyor. Elbette trendlerden uzak kalmadan. Emma’yı Harry Potter’a yakışır bir şekilde gardırop sihirbazı yapan özelliği ise detaylarda saklı! Değerli taşlar ve tüyler gibi zarif detaylarla kendini süslemekten çekinmiyor. Doğru seçilmiş bir kemerin önemini, şık bir şalın yaratacağı etkiyi ve iyi bir çift ayakkabının değerini şimdiden bu kadar iyi biliyor olması, onu izleyenlerin aklına, on yıl sonra daha da gelişmiş olacak estetik algısıyla nasıl harikalar yaratabileceğini sorusunu getiriyor. Üstelik moda konusunda sadece kendisi için değil, başka insanlar için de oldukça duyarlı. Geçtiğimiz günlerde, People Tree için hazırladığı koleksiyonuyla bunu göstermiş oldu. Hindistan, Nepal ve Bangladeş’te üretilen koleksiyonun tamamının organik ve yasalara uygun bir şekilde bir şekilde üretilmiş olması da bunun en iyi kanıtı olsa gerek. Büyüle bizi Emma!
Ayşim Özgür, Harper's Bazaar Mart2010
Gelinliklerde beyaz renk geleneği nereden geliyor?
Gelinliklerde yaygın olarak tercih edilen beyaz renk geleneği, Kraliçe Victoria’nın Prens Albert ile evlenirken beyaz rengi tercih etmesine dayanıyor. 1840 yılında gerçekleşen bu düğün töreninden önce kraliyet mensuplarının gelinlikleri herhangi bir renkte olabiliyordu ancak elbiselerin ağır brokan kumaşlardan yapılmış ve gümüş renkli ipliklerle süslenmiş olmalarına özen gösteriliyordu. 1840 yılına kadar Batı Avrupa’da kırmızı renk sık sık tercih edilirken, kahverengi ve gri de kullanılan renkler arasındaydı. 19. Yüzyılın sonlarına doğru ise masumiyet ve cinsel saflık çağrışımı yaptığına inanılan beyaz renk popüler bir sembol olarak gelinliklerde kullanılmaya başlandı. Böylece, Kraliçe Victoria belki de farkında olmadan yıllar boyu sürecek bir geleneğe öncülük etmiş oldu.
Düğün sezonu, gelinlik modası sezonunu da beraberinde getirerek açılıyor. Haliyle bu yaz evlenecek olan gelin adayları gelinliklerini seçmeye başladılar bile. Ne de olsa o gece bütün gözler gelinin üzerinde olacak. Gelinliklerin, trendlerden ve modanın getirdiklerinden bağımsız, çizgileri belli olan, klasik kıyafetler olarak görüldüğü dönemler artık çok geride kaldı. Gelinlik alışverişi aile ve arkadaşlarla birlikte yapılan bir ritüel olmaktan çıktı da, modern zamanların gelinleri gelinliklerini internetten satın almaya bile başladı! Gelinlikler son yıllarda ciddi değişimlerden geçerken, sonsuz seçenek arasında kaybolan gelin adaylarının bu sezon için işini kolaylaştıran belli başlı trend’ler ise elbette var. En çok göze çarpan eğilimlerden biri, özellikle son on yıldır oldukça popüler olan sadelikten artık uzaklaşılmaya başlandığı… 50’li yılların ihtişamını ve zarafetini yansıtan,kemer detaylarıyla zenginleştirilmiş modeller ve tül etekler oldukça popüler. Ampir kesim ve straplez modası ise devam ediyor. İlkbaharın metalik renkler ve kristal işlemeler modası gelinliklere de yansımış görünüyor. Carolina Herrera, 2010 ilkbahar-yaz gelinlik koleksiyonunda siyah ve beyazı bir arada kullandı. Geçtiğimiz günlerde evlenen Bennu Gerede de beyaz gelinlik yerine tercih ettiği siyah deri pantolonu, siyah bluzu ve siyah duvağıyla gelinlikler ile ilgili kuralları umursamadığını göstermişti. Gelinlik konusunda beyaz rengi sıkıcı siyahı da fazla iddialı buluyorsanız, bu yıl oldukça gözde olan pudra ve lavanta renklerine yönelebilirsiniz.Bu yıl kumaşlarda ve kesimlerde gösterişli dokular dikkat çekiyor. Kat kat, fırfırlı ve şifon eteklere sade üstler değil tam tersine drapeli ve büzgülü modeller eşlik ediyor. Görünüşe göre, sade ve gösterişli olan arasında bir denge kurmak gibi bir sorun bile unutulmuş. Gelinlik konusunun olmazsa olmazı duvaklarda biraz abartısız modeller ve minik tül duvaklara, saç aksesuarlarına yönelinmiş olsa da; fiyonklar, çiçek motifleri ve kendinden işlemeli kumaşlarla bu yılın gelinleri oldukça süslü!
Online Gelinlik
Pek çok işimizi internetten halledebildiğimiz bir çağda, zamanı kısıtlı olan gelin adayları da artık bir tıkla hayallerindeki gelinliğe kavuşabiliyorlar. Sanal alışverişin sevilen adreslerinden biri olan Net-a-porter adlı internet sitesi, açtığı The Wedding Boutique isimli sanal mağaza ile Lanvin, Valentino gibi isimlerin gelinliklerini ve aksesuarlarını evlenmek isteyenlerin ayağına getiriyor. Hatta gelinin ailesi, ve yakın arkadaşlarının da pek çok ihtiyacını karşılayacak ürünler bulmak mümkün. Ürünler, Moda Öncüsü Gelin, Klasık Gelin, Bohem Gelin gibi kategoriler altında sunan internet sitesi böylece stile göre seçim yapma olanağı da tanıyor. Provalardan, bekleme listelerinden sıkılıyorsanız internetten alışveriş seçeneğini de göz önünde bulundurmak da fayda var!
http://www.net-a-porter.com/wedding
Ayşim Özgür, Milliyet
Carine Roitfield yıllarca Fransa’nın en şık kadınlarından biri olarak anıldıktan sonra sıra kızına geldi. Çocukluğunda akşam yemeklerini Mario Testino, Marc Jacobs gibi isimlerle yiyip, okul çıkışı ödevlerini moda çekimleri sırasında stüdyolardan yapan küçük kız büyüdü ve zamanının çoğunu New York’ta geçirse de Paris’te herkesin dilinde o var. Sanat yönetmenliğinden kalan zamanlarımda modellik yapıyorum dese de Tom Ford ve Jil Sander’in parfümlerini lanse eden ve Mango’nun katalogları için kamera karşısına geçtiğini gören herkes onun moda dünyası için yaratılmış olduğunu söylüyor. “ Moda endstrüsinin gücünden her zaman etkilendim. Bazı insanların kıyafetleri sadece üstlerini örtecek birer kumaş parçası olarak görmesi beni şaşırtıyor çünkü ben onları bir çeşit pop art gibi görüyorum.”diyor. Julia’nın Fransız kadınları arasında kendine ikon olarak gördüğü isim ise Bridget Bardot. Julia, iyi bir stile sahip olmanın vücut şekli ve karaktere göre giyinmekten geçtiğini savunurken, geçmişte saçlarına taktığını mor saç bantlarının ve ayağından çıkarmadığı Doc Martens botlarının ise biraz annesine inat olsun diye giyilmiş kıyafetler olduğunu itiraf etmekten çekinmiyor. Annesi, “ rahatlığı asla ön planda tutmayın’ mottosunu savunan bir moda efsanesi olsa da Julia, onun gölgesinden çıkıp kendi doğrularıyla bir stil ikonu haline geldi.