12 Ekim 2010 Salı

Ümit Ünal: "Her moda bir gün ölümü tadacaktır."

Sizi uyarıyorum. Bu röportajı okuduktan sonra Ümit Ünal’ın mutsuz, işini sevmeyen, sürekli şikayet eden bir adam olduğunu düşünebilirsiniz. Ama öyle değil. Gerçekten değil. O galiba sadece her şeyi herkesten biraz daha fazla sorguluyor. Sorularıma verdiği “Hayır, yok,istemezdim,düşünmedim” ile başlayan cevapları, insana “ Oh be, bütün moda tasarımcıları aynı değilmiş” dedirtiyor.

Ölümsüz olduğunu düşündüğün bir moda tasarımcısı var mı?

Yok. Çünkü ben zaten modaya bitmesi, rafa kaldırılması gereken bir durum olarak yaklaşıyorum. Tamamen tüketim odaklı olduğu için konu moda olunca kalıcı olan hiçbir şey olmadığını düşünüyorum. Modacılar da dahil olmak üzere. Belki o bireylerin daha kalıcı yanları vardır ama modacı tanımlamasıyla ele aldığımızda, verdikleri hizmet doğrultusunda kalıcı olduklarını düşünmüyorum. Ama mesela sinemacılar için böyle düşünmüyorum. Modanın bir parça da gerçek kurgudan noksan olduğunu düşünüyorum. Yani denklemini, alt yapısını diğer disiplinlerle eşitlemeye çalıştığımda gerçekçiliğini en az hissettiğim durumlardan biri moda.

Moda senin içn yüzeysel bir kavram mı yani?

Evet kesinlikle. Kişilerin, fikirlerin, duyguların hatta insanın kimliğinin bile kalıcı olmadığını düşünüyorum. Sadece bir kılıf formatındaki bir şey, bir kap bütünü anlatamaz. Moda derin değil tam tersi son derece sığ. İçinde bulunduğum mesleğin ve onun dünyadaki algısının pesimistik bir şekilde değil ama kolay bir disiplin olduğunu düşünüyorum. Sizin kendinizi anlatmanıza ya da bunun üstüne bir şey kurgulamanıza izin vermeyen kendine ait ama sığ bir tavrı olan bir meslek.

Sinema yapmayı düşündün mü hiç?

Hayır. Çok iyi bir izleyiciyim çünkü. Yani izleyici olmak daha çok keyif veriyor bana ve yaşamda hayranlık duyma durumu benim için çok önemli. Tarkovski'yi asiste etmeyi çok isterdim mesela. Lars Von Trier de öyle. Ve aralarında en eğitimsizi olmasına rağmen beni çok eğiten Kim Ki-Duk. Onların filmleri yaşamayı yorumlamam kapılar, pencereler hediye ediyor bana.

Röportajın burasında bir an acaba sinemacı olan Ümit Ünal’la mı röportaj yapıyorum diye şüpheye düştüm. O konuşurken çaktırmadan etrafa baktım. Kıyafetler, aksesuarlar her şey normal. Doğru yerdeyim. Şu son sinema sorusunu da sorayım, sonra modaya geçeceğim söz. Amaan zaten hep moda, hep moda...

Sevdiğin yönetmenlerden birinin filmlerinde kostüm tasarlamak ister miydin?

Bilmiyorum, istemezdim sanırım. Mesela Tarkovsky’nin bir filminin kostümünü hazırlamaktansa onun filminin prodüksüyonunda olmak ya da ona kendini iyi hissettiren, hoşlandığı şeyleri ayağına getiren yardımcısı olmayı daha çok isterdim. Kostüm yaparsam yine derin bir şey yapmıyor olacağım. Yani giysi ne kadar önemli filmlerde? Dönem filmlerinde zaten her şey çok tanımlı. Füturistik filmlerde her şey çok yapay. Ben böyle bir hayranlık beslerken filmin küçük bir parçasında olmak yerine yönetmenin küçük bir parçasında olmayı tercih ederim. Söylemlerimden sanki kostüm hazırlamayı sevmiyormuşum gibi algılanmasın ama görüntü yönetmenliğini yapmak da isterdim. Tarkovsky’i ya da Kim Ki- Duk’la oturup onların hayal ettikleri şeyin görüntüsünü, rengini seçmek isterdim. Hiç değilse bir şeyler öğrenmiş olurdum.

Ümit Ünal Doors senin için ne ifade ediyor?

Aslında burası enteresan. Bir arayış mekanı benim için. Bazen aşık olduğum, bazen nefret ettiğim çok gerçek bir mekan. Adı benim için çok önemli. Ümit Ünal’ın kapıları. Burası çok sevdiğim, yaşamımın içinde ait hissettiğim bir yerdi. Ofis olarak kullandım. Sonra kapıları açtım mağaza olarak kullandım. Şimdi atölye ve mağaza olarak kullanıyorum. Sığınaklarımdan biri burası. Galiba çok fazla geleceğe yönelik yaşamayı sevmeyen bir adam olduğum için tanıdığım duygularda dolaşmak çok hoşuma gidiyor. O yüzden mekanın büyüsü de çok ben galiba. ( Bu sırada içeri bir sürü insan girip çıkıyor. Ama biz sohbetimize devam ediyoruz. Tabii ben içimden kıyafetlere bakan kadına “ Hayıır o pembe elbise benim olacak, sakın almayın onu” diyorum)Burası beş kişilik bir kardeş şirketi. Eskiden kardeşlerimle oturduğumuzda kapılar ve camlar kapalıyken içeri giren kişileri ağırlamakla ilgili çok ciddi travmalarımız olurdu. Sonra dedim ki; bizim zilimizi çalıp içeri giren kişiler bizim dünyamızın içine giren insanlar. Saygı duyulması gereken bir şey varsa önce içeri giren kişinin o mekana girdiğinde o yaşama saygı duyması gerekiyor. O yüzden bırakalım onlar bizi kazanmak için uğraşsınlar. Bu düşünce içimde doğduktan sonra çok rahatladım. Mesela seninle sohbet ederken içeri girip biri alışveriş yapıyor. Onun bizim umrumuzda olma durumuyla bizim onun umrunda olma durumumuzu çok eşitliyorum diye düşünüyorum. Eski dönemdeki bir han gibi gerçek karşılaşmaların sayısının az olduğu, tesadüf karşılaşmaların çok olduğu kaybolma ve kendini bulma mekanı burası.

Bu mekanın iç tasarımı da çok enteresan?

Mekanın üstündeki ampüllerin çıplaklığı Tarkocvskinin hayattaki yalınlığından yola çıkarak böyle yapıldı. Yerdeki izler onun filmlerindeki hırpalanmış ve soğuk durumları ifade ediyor. Suyu çok seviyor çünkü. Ben de yerlerde su hissini verebileceğim patineler yaptım. Duvarlarda kapılar var. Fransızca sanatçı girişi yazıyor. Sanatçının, tasarımcının beyninde kapılar vardır ve nereye açıldığını bilmezsiniz sadece girmeniz gereklidir. Ben de duvara açılan kapılar olsun istedim. Duvarlarındaki yazılar en sevdiğim kitaplardan, şarkılardan alıntı. Yine duvardaki siyah lekeler beynimin içindeki siyah lekeleri ifade ediyor. Grilikler ise bir şey düşünmeye başladığımdaki gri sisler. Figürler ise anlatmak istediğim şeyleri kostüm dışında anlatma çabalarım. Aslında bir not defteri gibi Ümit Ünal Doors. Ama burda çalışan, yolu burdan geçen insanların da konuk olduğu bir yer.

Sen uzun zamandır Tünel’desin. Ama Asmalımescit ve çevresi yeni yeni hareketlenmeye başladı. Buranın yeni hali hakkında ne düşünüyorsun?

Ben 16-17 yıldır bu arka sokak ve burdayım. Başka moda coğrafyaları vardı bu kentin. Daha çok Nişantaşıydı mesela. O da en az moda kadar bana uzak bana uzak algıladığım, samimi bulmadığım bir mekandı. Bu yüzden Tünel’i seçtim. Tünel de beni seçti. Sanat için bilet almak, sanat için hazırlamak, sanatı tuhaf prosedürlerden satın almak çok rahatsız ediyor beni hep. Sanatın o farkına varmadan ya da siz farkına varmadan birbirinizin içine girmeniz benim için natürel olan. Tünel bundan 15 yıl önce sokaklarında ateş danslarının yapıldığı, iyi bir çayı çok uygun fiyata içebildiğiniz,bir kafeye girdiğinizde atıyorum bir İspanyol gezginin oranın mutfağına girip size omlet yapmasına vesile olan bir mekandı. Şimdi başka bir adres bulamıyorum ama burdan da sıkılıyorum. Ait olmadığı insanlar buluşmak zorunda olduğunu düşünüyorum rahatsız olduğunu düşünüyorum sokakların bu insanlardan. Artık mekan insanlara küstü insanlar da mekanı kullanıyor. Buradaki barlara bakıyorum insanlar mekan için değil mekan popüler olduğu için geliyorlar. Fransız sokağı da korkunç yapay geliyor bana. Buranın moda olmasını hiç istemezdim ama maalesef... Böyle bir hakkım yok evet ama, artık daha donuk yürüyorum bu sokaklarda. Artık Asmalımescit’le aramda ciddi bir uçurum var.

Ölüm ne renktir sence?

Ölüm benim için bir evre. Yokuluş değil. Bilgeliğin sınırlığına ulaşmak için sınıf atlama seansı gibi görüyorum. Yani karne alma dönemi gibi. Bir nokta tamamlanıyor ve ikinci evre, üçüncü evre, dördüncü evre derken yaratıcılığıyla buluşma anına yaraşır olmak için evreleri tamamlıyoruz. Bildiğimiz anlamdan reenkarnasyon değil ama. Benim taptığım renk gri. Nedenini bilmediğim bir tutkuydu ve hiç vazgeçmedim. Finaline hiç yaklaşmak istemediğim bir öyküm var. Ordaki baş karakterimin adı Gri. 11 yaşında bir çocuk. Alt markamın adı da Ümit Ünal Gri. Wittgenstein’ın renkler üzerine bir okuma kitanbı var, bilirsin. Şey der: “Ateşin rengi gri neden olmasın? Çünkü ateşin evrelerindendir kül ve final noktasındaki kül griyse ateşin rengi gri olabilir. Ölümün rengi de bir evre rengi yani gri. İçinde istediğiniz rengi, sizin renginizi görebileceğiniz bi renk. Nötr kalmayı becerebilen tek renk. Ölüm de güzel bir kül grisi diye düşünüyorum

Son koleksiyonun bir şarkı söylüyor olsaydı, ne söylerdi?

Son koleksiyon enteresandı çünkü kendini yeniden istediği gibi yaşayan, kendini istediği gibi yeniden yaratanlar var mı diye düşündüğümde dünyadaki komünal yaşamlara doğru yola çıktım. Ve işte önce ilk duran pensylvanya ve ohayo çevresindeki amish people oldu. Onlara çok ciddi bir kimlik hayranlığı besledim. Şimdi kendini Rusya’da bir garaja kapatmış, sokakla uyum sağlamayan androjen gençlerin hayatını anlattığım bir hikayenin üstündeyim. Şu dönem en çok dinlediğim müzik Anthony and the Johnsons’un “I’m bird albümü. Orada açılış şarkısı “ Hope there is someone” Sözlerinde; “Umarım orada biri vardır düştüğümde beni yakalayacak ve ölüme doğru giderken (ki konumuzla da çok ilgili) orada bir adam görür gibiyim ama dizlerine kapandığımda yüreğimi özgür bırakır mı?” Diyor. Son koleksiyonum bu şarkıyı söylüyor olabilir.

Son zamanlarda Türkiye’de modaya verilen önem iyice artmaya başladı. İnternette, dergilerde, mekanlarda her yerde moda var. Ne düşünüyorsun?

Yaşamın içinde neden varolduğumuuz soruyorum meslekten önce ve hiçbirimizin bilmediğini düşünüyorum. Fakat kim olduğumuzu öğrenmek için çabalıyoruz. neden geldiğimizi son güne kadar öğrenemeyceğiz diye düşünüyorum. İnsan bence en akıllı değil en ilkel yaratık. Çünkü narsiszmin, hedonizmin ve egoizmin başka bir yaratıkta daha böyle toplanması mümkün değil. Ben bu ülkede yaşarken tasarımcı olmanın neden bu kadar önemli olduğunu da anlamlandıramıyorum. Biriyle görüştüğümde “ Beni dünya tanısın diyor.” Ben de içimden diyorum ki, dünya onu tanırken o kendini tanıyor olabilecek mi? Zaten biz birer tasarımız. Tasarımcı olmamız bize hediye edilmiş bir durum değil bence. Konu moda olunca da sonuçta insan vücudu oturmuş durumda ve buna bir kılıf yapmak çok olağanüstü bir durum değil bence. Ama duyumsamanın çok önemli bir kanal. Konuyu lokasyon olarak ele alırsak burası pesimistik bir şekilde söylemiyorum ama asla ve asla bir moda ülkesi değil. Bu kentin mimarisine, insani tavrına, homojen olmayan yapısına baktığımda moda için olabilecek en ilkel duraklardan biri olduğunu görüyorum. Giyim kültürünün gittikçe kötüleştiği bir durak. İnançların, inancın giyim kültürünün ,ben onlardan değilim zorlamasıyla iyi giyindiğini düşünenlerin yeri. Moda yazısı ya da moda kanıtı gördüğünde bunun önemli bir yanılsama olduğunu düşünüyorum. Modayla uğraşan herkesin yalnız kaldığında kendisini ayakta tutabilmek için nereden güç aldıklarını merak ediyorum çünkü ben bu gücü bulmuyorum burada sokakta dolaşırken. Bir takayla Eminönü’ne gittiğimde, Mısır Çarşısı’nda dolaştığımda ve insanların giyim kültürlerine baktığımda kimsenin modayla ilgisi olmadığını gördüğümde moda sayfalarını, moda yazılarını okumamanın daha doğru olduğunu düşünüyorum.

Moda tasarımcıları derneğinden de ayrıldın bildiğim kadarıyla?

Moda Tasarımcıları Derneği’nin kurucularındandım ama herhalde 8-10 ay önce ayrıldım. Çünkü bu giyim kültürünün kötüleşmesine ve insanların çabasızlıklarına eşlik etmekten vazgeçtim. Moda tasarımcısı olarak tanımlansam da Ümit Ünal olmaktan çok Ümit’i besleyen ne var diye düşündüğümde bu ülkede Zeki Demirkubuz filmleri, İstanbul’daki bir kaç oyun, onun dışında Haluk Akakçe’nin tavırları beni besliyor ama işte o kadar... Şu aralar annemin evinde çok sık kalıyorum ve dizileri seyrediyorum onunla beraber. Hiç rahatsız değilim ama bir dizi var mesela insanların ev mekanında öyle giyinebilme durumlarına baktığımda böyle bir boyuta düşünemiyorum. Tam ortasında olduğum bir meslek için hiç inandırıcı gelmiyor bana.

Başka bir yere gitmeyi hiç düşündün mü?

Düşünmedim. Sadece son zamanlarda çok sıkıldığımda acaba çok geç kalmadan Yohji Yamatomun yanına gidip onun asistan ekibinden biri olsam mı diye düşündüm. Sonra ya Japonya ya da Paris’e gideyim dedim ama sonra ben bir kent olsaydım sadece İstanbul olabilirdim ve çok İstanbullu’yum. Gidersem daha mutsuz olurum götüreceğim adam bu adam çünkü. Üstümdeki kodlarda bunlar var. Özümde mutluyum. Rahatsız değilim ama bazen acı çekiyorum acı çekince de insan olduğumu hatırlıyorum. Ama arada nefes almak, değiştirmek ve tekrar özlemek için küçük seyahatlerim oluyor. Onlar da beni motive ediyor.

Astrolojiye ya da kadere inanıyor musun?

Kader tanrıçalarına ve kadere ilgim var. Bir dönem tüm kutsal kitaplar çok ilgimi çekti ve bunlarla ilgili araştırma yapınca evren yaratıldığında tüm ruhların yaratıldığını öğrendim. Tevrat’ın eski ahitleriden Kuran- ı Kerim’e kadar okudum. Astroloji’nin, kökbilimlerin Nephilim’lerle ilgisi olduğunu düşledim. Eğer evren yaratıldğında tüm ruhlar yaratıldıysa 1960 yılının 15 Kasım’ında cumartesi sabah 6.00’da bu adamın bedenlenmesinin bir anlamı olmalı diyorum. Yazdan nefret ediyorum. Yağmuru, suyu ayağımın altında değil de başımın üstünde hissetmek çok hoşuma gidiyor. Bu yüzden benim oluşumunun, zamanlamsamın bir anlamı var. Akrep burcu olmam evrendeki tüm maddelerin o dönemdeki dönüşümü ve gelişimiyle de ilgili bir anlamı var. Psikolojiyle ilgili değil ama kimliksel klonlanma biçimim ya da kendi kökümle, hücre kökümle zamanımın, iklimimin, saatimin çok ilgisi olduğunu düşünüyorum.

Ayşim Özgür, 46 Dergisinde yayınlanmıştır.
Fotoğraf: Mehmet Turgut

1 yorum:

.Pınar K. dedi ki...

Ümit Ünal'a bayılıyorum. Başka bir dünyadan gibi... ilham aldıkları, hayata bakışı filan ne kadar kendine özgü. Kesinlikle tasarımlarına yansıyor karakteri ve İstanbul tasarımcısı denecek biri varsa, Ümit Ünal odur bana göre.